Martılar Bile Değişti

Martılar bile değişti
 Martılar bile değişti
"Martıların bile renkleri değişti. Şimdikiler daha gri, daha kirli sanki. Çığlıkları ise daha hırçın geliyor kulağa."
Arka güvertede dalgın dalgın martıları seyreden Haldun Taner'i, portatif tabureleri vapurun kıç tarafında yayıp usulca çilingir sofralarını kuran Agop Can'ı, Viktor'u, Fehmi'yi, Dimitri'yi, Ali Cevat'ı istiyorum!


24/07/2005


İZEL ROZENTAL

Otuz gün gibi uzun sayılabilecek bir tatilin ardından, eve dönüşte çeşitli nahoş sürprizlerle karşılaşmaya alışkınım. Günlük küçük değişimler bir aylık sürede birikir, topluca karşıma çıkarak akılları sıra beni şaşırtmaya çalışırlar...
Bu kez de öyle oldu ve ilk mini şoku, pazartesi sabahı, saat 9'u 14 geçe, kan ter içinde yetişmeye çalıştığım 09.15 Kadıköy-Eminönü seferinin yerinde yeller estiğini görünce yaşadım. İkinci ve daha büyük şok ise hemen onun ardından, tüm Kadıköy-Eminönü seferlerinin belirsiz bir süre için kaldırıldığını öğrenmemle geldi.
Yatak odası Kadıköy'de olup, çalışmak için tarihi yarımadaya geçen pek çok hemşerimle paylaştığımı sandığım bir lüksüm var: Gecikmişsem deniz otobüsüne, gazete okuyacak kadar zamanım varsa dolmuş motoruna, hiç acelem yoksa, vakit öğle saatlerine yaklaşmışsa ve hele de hava güzelse vapura binerim.
"Vapurumu vermiyorum" kampanyasını tatildeyken basından izlemiş, nedense pek önemsememiştim. Son zamanlarda vapurları dışarıdan seyretmeyi, içlerinde olmaktan daha fazla sevmeye başladığımı fark ettim. Oysa 54 yıllık yaşamımın hatırı sayılır bölümü İstanbul vapurlarında geçti. Öğrencilik dönemimin birkaç yılını Kadıköy'deki 'frerler' okulunda tamamladığımdan, Karaköy-Kadıköy hattında mekik dokumuştum. Evlendiğim günden itibaren de 'hanımköylü' olmayı kabullendiğimden, 30 yılı aşkın bir süredir Kadıköy'de ikâmet ediyorum. Ve ta o zamandan bu yana, çalıştığım işyerlerinin adresi hep Avrupa yakası oldu.
Büyükada'da geçirdiğim çocukluk yıllarına, 90'lı yılların on yazını da ekleyince, sanki yazgım 'İstanbul vapurları'nda kaleme alındı! Şehir Hatları'nın hemen bütün vapurlarını ismen, yapım yılları, yerleri, makine güçleri, yolcu kapasitelerine varıncaya dek bilir tanırım. Kaptan köşküne çıkmışlığım, hatta kömürle çalışan o eski Suvat gemisinin dümenini tutmuşluğum vardır.
Kısaca; 'İstanbul vapurları' hakkında birileri bir şeyler yazıp çiziyorsa, ömrünün belirli bir bölümünü vapurda geçiren ve geçirmeye devam eden bir İstanbullu olarak benim de bir iki kelam etme hakkım var diye düşündüm.
Denizi bilmiyorlar
"www.vapurumuvermiyorum.org" sitesinde oldukça hoş ve sevgi dolu nostaljik tasvirler var. Hakiki bir İstanbullunun bunlara katılmaması düşünülemez. Ama geçmiş zaman ne yazık ki geri gelmiyor!
Radikal'de Mine G. Kırıkkanat da son günlerdeki yazılarında bu konuya değinmiş. Kalemini sivriltmiş, İstanbul'u sömürerek semirenlere karşı savuruyor. İstanbul'u ele geçirdiklerinden, denizi bilmediklerinden, denizi sevmediklerinden dem vuruyor. Haklı!
Ama gelin görün yazarın ustalıkla tasvir ettiği bu kişiler İstanbul'da yaşıyor, İstanbul'da yolculuk ediyorlar. Denizi bilmeden, denizi sevmeden vapura biniyorlar. Dahası denizden korkuyorlar, bir an önce vapurdan inmek istiyorlar. Yanaşma tamamlanmadan kapılara yığılıyorlar. Oysa o zarif vapurun manevrası zaman alıyor, iskeleye yanaşmakta zorlanıyor. Yolcular arasında sabırsızlananlar, panikleyenler oluyor. Çımacı, kalabalığın içinden halat atıp bağlamakta güçlük çekiyor. Allah saklasın, halatın kopması durumunda pek çok kişinin yaralanabileceğini biliyor ama uyarılarını kimseye duyuramıyor. Vapurun nihayet yanaşması, çımacı için yeni bir eziyetin başlangıcı oluyor. İskele bir türlü verilemiyor çünkü kalabalık hiç durmadan atlıyor... Atlamak istemeyenler, denizden korkanlar, vapurdan can havliyle kurtulmak isteyenlerin arkadan itmesiyle ve biraz da şanslarının yardımıyla kendilerini karada buluyorlar. Yaşlılar ise atlamamak için direniyor. İskelenin sürülmesiyle birlikte, ayaklarını ezilmekten kurtarmak için geriye doğru hamle ediyorlar. Arkadakiler ise önlerini göremediklerinden bu insan dalgası karşısında bir kez daha panikleyerek mukavemet ediyor, öndekileri daha büyük bir güçle itiyorlar.
Şayet bütün bu karmaşanın içinde bulunuyorsanız, benzersiz bir koku kokteylinin de ortasındasınız demektir. Sabahın erken saatlerinde çeşit çeşit losyon ve parfüm kokularına karışmış akşamdan kalma sarımsaklı ve bazen alkollü nefesleri de birlikte solursunuz. Akşam ise tıkış tıkış dolu bekleme salonlarında, losyon ve parfüm kokuları yerlerini ekşi ter kokusuna bırakmıştır. Ağız kokuları ise gün içindeki açlık tokluk durumlarına göre değişir...
Ben de istiyorum!
Mine Hanım öfkeli. "Güvertesinde çığlık çığlığa martılarıyla yolculuk ettiğimiz, boğuk düdükleriyle büyüdüğümüz, çapasından halatına, sancağından tornistanına gönül verdiğimiz, çaycısından halatçısına bizim, bakır makinelerinden kokulu tuvaletlerine, Boğaz'ın sularını köpürterek kayan zarif vapurlarımızı istiyoruz!" diyor. Ben de istiyorum.
Dahasını da istiyorum; o vapurlarda yolculuk eden eski insanlarımı istiyorum. Birbirlerine saygıda kusur etmeyen, vapur yanaşmadan atlamaya kalkmayan, iskele verilmesini engellemeyen, itişip kakışmayan, şakalaşan neşeli sakin insanlarımı istiyorum. Arka güvertede dalgın dalgın martıları seyreden Haldun Taner'i, ağzında sönük piposu kafasında binbir matematik problemi Mösyö Matalon'u, omuz çantalarında taşıdıkları nevale ile portatif tabureleri vapurun kıç tarafında yayıp usulca çilingir sofralarını kuran Agop Can'ı, Viktor'u, Fehmi'yi, Dimitri'yi, Ali Cevat'ı istiyorum!
Bakmaya doyamadığım pırıl berrak Marmara'ya özgü yeşil denizimi istiyorum. Martıların bile renkleri değişti. Şimdikiler daha gri, daha kirli sanki. Çığlıkları ise daha hırçın geliyor kulağa. Bakışları bile öyle, nefret dolu. Martılardan korkar oldum. Artık sadece yerli filmlerin jeneriklerinde kalmış eski martılarımı istiyorum. Klor değil mis gibi dem kokan tavşan kanı çayımı, çıtır çıtır simidimi istiyorum. Ağlamaklı tiz sesleriyle iç bayıcı arabesk hikâyeler anlatan dilencileri değil, Burhan Pazarlama'yı duymak istiyorum. Boğazın yosun aromalı esintisini koklamak istiyorum!
Yok, bütün bu istediklerimin hiçbirini veremiyorsanız şayet, o zaman adına ister konserve kutusu deyin ister ütü, içi temiz pak, düzenli, sessiz, kokusuz, ruhsuz deniz otobüsümü bari elimden almayın. Üstelik o kadar hızlı gidiyor ki, çevreyi görmeme dahi fırsat kalmıyor...

İZEL ROZENTAL: Karikatürist, mizah yazarı