Orhan Koloğlu

NE OLACAK BU KARİKATÜRÜMÜZÜN HALİ?

 

Ekim ayının ortalarındaydı, Nevizade’deki lokantaların birinde birkaç çizer yazar dost kaynatıyorduk ki,Orhan Koloğlu’nun yeni kitabı “Türkiye Karikatür Tarihi” bir bomba gibi düşüverdi masanın ortasına. Sanırım Semih Poroy’du kitabı getiren… O sıralar, Kudüs’te gerçekleşecek bir konferansa “Türk karikatürünün Ortadoğu’ya bakışı” temalı bir konuşmayla katılacağımdan, konuyla ilgili bol bol kitap karıştırıyor ama Türk karikatürü hakkında kaynak kitap bulmakta zorlanıyordum. Özellikle Cumhuriyet döneminin tüm gazete ve dergi koleksiyonlarını incelemem imkânsızdı. Bu nedenle tarihçi Orhan Koloğlu’nun kitabının üzerine bir ganimet bulmuşçasına atıldım.

Konferans dönüşü, bir karikatürcü olarak hem Orhan Koloğlu’na bu değerli çalışmasından dolayı teşekkür etmek, hem de kafamdaki bazı soru işaretlerinin yanıtlarını bulmak üzere tarihçi, gazeteci, yazar, koleksiyoncu Orhan Koloğlu’nun evinin yolunu tuttum.

Karşılaştığım ortam tam da beklediğim gibiydi. Ev buram buram gazete-kitap kokuyordu. Odanın adeta her santimetrekaresi dosya ve kitaplarla doldurulmuştu ama etrafta kitap yığınları yoktu. Orhan Koloğlu’nun koleksiyoncu kimliği, daha ilk bakışta bu yoğun fakat son derece düzenli ortamda açığa çıkıyordu. Tek sorun, kitap ve dosyaların arasında oturup konuştuğumuz köşenin hareketlerimizi sınırlayıcı dar alanıydı.

İlk tartışmamız üstadın şimdiye kadar yayınladığı kitap sayısında çıktı. Ben 53 adet diye saymıştım, meğer “Cercle d’Orient’dan Büyük Kulüp’e” adlı çalışma ile birlikte, bu 54. kitabıymış.

-         Kitabınızın önsözünde, lise yıllarımdan itibaren karikatür biriktirmeye başladım diyorsunuz…

-         Hatta daha evvel… Çiziyordum da! Hâlâ da çiziyorum ama keyif için yapıyorum... Kesip biriktirdiklerimi ise gruplara ayırıp dosyalıyorum. Bir hastalık bu! Ama yalnız karikatür değil, gazetelerde çıkan bazı yazıları da toplarım. Bunlar toplumsal araştırmalarım için gerekiyor. Örneğin son zamanlarda yeniden moda olan “hain” yazıları… Düşünün 2003 yılında altmış kadar hain yazısı çıkmış, 2004’te yüzü geçiyor, bu yıl ikiyüzkırk! Basındaki bu tartışmaları toplumun kendi bunalımının bir yansıması olarak görüyorum. Baktığınız zaman öyle saçma şeylere hain deniyor ki, ölçü iyice kaçmış! Ayrı fikirde olmak bile “hain” olmaya yetiyor. Büyük bir toplumsal bunalım var!

-         Benzer bir durumla yakın geçmişte veya tarihte karşılaştınız mı?

-         Türkiye karikatür tarihini yayınlamadan önce dönemleri ayırdım. Tanzimat dönemi, Abdülhamit dönemi, Cumhuriyet dönemi gibi… Karikatürcülerin benzer konuları farklı dönemlerde nasıl işlediklerini gördüm ve çok ilginç bir şeyle karşılaştım: “Ne olacak bu memleketin hali” karikatürleri! İlk defa 1908’de var… Fakat çok tuhaf, 1908’den 1990’a kadar bir daha yok! 90’dan itibaren, yazılı basında inanılmayacak bir yoğunlukta “ne olacak bu memleketin hali” karikatürleri yer alıyor. Bu da şunu yansıtıyor: Demek ki 1908 ile 1990 arasındaki olaylar, toplumu aynı şekilde etkilememiş… Ama 90’dan itibaren bunalıma girmiş toplum! 

Söyleşiyi daha başlar başlamaz sürüklenmekte olduğu bunalımdan kurtarmak amacıyla konuyu değiştirmeyi deniyorum. Kitabın tanıtım ilânında karikatürcünün kamuoyu oluşturma işlevine dikkat çekilmiş. Öteden beri kafamı kurcalayan bir meseledir bu. Karikatürcünün kamuoyu oluşturmadaki rolü yeterince etkin midir, yoksa kamuoyu baskısı mıdır karikatürcüye yön veren? Orhan Koloğlu, hem iflah olmaz bir karikatür tutkunu, hem de gazeteci yönü ağır basan bir tarihçi, sorunun yanıtını bilse gerek! 

-         Bu çalışmayı yaparken, kişilerin yaşamı üzerinde durmaktan çok, topluma nasıl mesaj verdiklerini araştırdım. Aslında İslam’ın yapısında karikatür çizimi yok. Hatta ilk karikatürcüler Rum veya Ermeni, yani Osmanlı’dır. Ama onlarda toplumda olmayan yeni bir yapı var: Yukarıdan bakma! Nitekim sadrazamı yüzsüz çizmek gibi bazı mesajlar veriliyor ki, o dönemde bunu çizebilmek müthiş bir şey! Aynı şekilde toplumun çok ilerisinde olan bazı özgürlük kavramları işleniyor. Dikkatimi çeken bir nokta da, Cumhuriyet’ten çok daha evvel, ta Osmanlı döneminde kadın konusunda en ileri noktaya varılması. O kadar ki, Cumhuriyet dönemi yeni bir şey getirmiyor! Hatta çıplak kadınlı bir karikatür daha 1919’da yayınlanmış. Çıplak kadın ön planda değil ama karikatürün içinde… Dolayısıyla toplumun çok daha önünde bir yapı var.

-         Bu yapılanlara özgün diyebilir miyiz? O dönemin karikatürcüsü dışarıdan esinlenmiyor mu?

-         Şaşılacak bir şekilde özgün hem de, kendi toplumuna ait!

-         Aslında yüzsüz karikatürünü de, İngilizce veya Fransızca anlatamazsınız…

-         Çok doğru! Gerçekten bu önemli, o dönemin karikatürcüleri, kendi toplumlarını biliyor ama çok daha ileri mesajlar verebiliyorlar.

-         O halde, 1930’lara kadar baktığımızda, toplumu bilgilendiren, yönlendiren, toplumun ilerisinde olan entelektüel bir karikatürcüyle mi karşı karşıyayız?

-         Evet, beni çok etkileyen bir kültür adamı da Cemal Nadir’dir. Sadece karikatür çizimi olarak değil, konuları öylesine işliyor ki, muazzam kültürlü biri! Bir çok yazara kıyasla çok daha yüksek bir seviyede olduğu görülüyor. Daha sonra hafifleme var ki, o ayrı bir dava… 

Cemal Nadir’in adını anar anmaz, Orhan Koloğlu’nun gözleri parlıyor, heyecanını gizleyemiyor. Belli ki Cemal Nadir’in karikatürlerine özel bir tutkusu var. Zaten bunu kitabının önsözünde de belirtmiş; İlk kesip biriktirdikleri Cemal Nadir’in karikatürleri olmuş. O dönemle ilgili olarak benim de sormak, öğrenmek istediklerim çok. Üstat başka bir döneme yumuşak geçiş yapmadan önce atılıyorum: 

-         Kitapta diyorsunuz ki, “Cemal Nadir, karikatürü entelektüeller arası bir araç olmaktan çıkartıyor ve herkesi ilgilendiren bir nitelik kazandırıyor.” Peki, aynı tarihlerde Latin alfabesine geçişin hiç mi rolü yok?

-         Tabii… 1850’lerde Osmanlı’da yazma oranı %10’un altındadır. Aslında Japonya hariç, bütün Doğu toplumları için geçerli bu. Abdülhamit dönemini ben de eleştiririm, ama okuma teşvik edilmiştir. Nitekim o dönemin gazete satışlarında artış vardır, fakat yeterli değildir. Arap harflerinin okuma yazmayı frenleyen bazı özellikleri vardır. Latin harflerine geçiş, inanılmaz bir kolaylık getirmiştir. Tabii bunda gazetelerin de çok önemli rolü var. Cemal Nadir’in ilk karikatürlerinde alt yazılar uzundur. Daha sonra öyle mesajlar veriyor ki, tek karikatürle her şeyi anlatabiliyor. Ben de kitaba halkı doğrudan etkileyen bu tür işlerini almaya dikkat ettim.

-         Kitapta 1930’lar biraz eksik değil mi? Belki tek parti döneminde yeterince iç siyaset yapılamıyor ama hükümetin ulus-devlet politikası çerçevesinde, milliyetçi diye tanımlanabilecek, özellikle de azınlıkları eleştiren çok sayıda sosyal içerikli karikatür yapılmış. Kitabınızda o döneme pek değinmemişsiniz, neden?

-         Aslında tek parti döneminde devrim mantığı hakim ve devrimin kanunlarından bir tanesi de beyin yıkamaktır. Kemalizm ise ileriye bir adımdır ama devrimdir o da. Her devrimden sonra bir restorasyon dönemi gelir. Toplumların belleği vardır, geçmişle bağlantıyı hop diye koparamaz... Fransız devriminde de böyle olmuştur, Sovyet devriminde de... Tek partili dönemde durum böyledir ve dediğiniz gibi, azınlıklara karşı milliyetçi bir hava hakimdir.

-         Siyasi karikatürün özünde milliyetçilik doğal değil midir? Savaşta karikatürcünün savaş karşıtı çizgilerine pek rastlanmıyor. Karikatür eleştirme özelliğini yitirince toplumu etkileyen bir propaganda aracına mı dönüşüyor yoksa?

-         Cem örneğini verebilirim. Savaşa karşıdır ama rejime bağlı olduğundan çizmeye ara verir. Atatürk dönemindeyse, bir karikatürü mahkum edilince karikatürü bırakır... Rejimler böyledir. Abdülhamit karikatür yaptırtmaz. İttihatçılar önce serbest bırakır ama ardından kendi kurallarını koyarlar. 1913’ten itibaren karikatür kaybolur, yalnız övgüler vardır. Arkasından Atatürk dönemi gelir, devrimler yapılır… Dolayısıyla devrim beyin yıkayacaktır, karikatür de yıkayacaktır.

-         Aynı şekilde 1960 yılına geldiğinizde, “karikatür bitti” diyorsunuz…

-         Gayet tabii! Çünkü devrimi yaptıranlar iktidara geçiyor…

-         1930’lara dönersek, o dönemde aşırı bir Batı taklitçiliği yok mu? Ramiz’in karikatürlerinde örneğin…

-         Çok kişi Ramiz’e usta der, ben onu kabul etmiyorum! Cemal Nadir’i kabul ediyorum, özgün bir çizgisi var ve kültürü çok geniş. Ramiz ise Akbaba’nın üslubu içinde çiziyor.

-         İkinci Dünya Savaşı’nda da karikatürümüz faşizme karşıtlıkta dünyayla birlikte ortak bir savaş tiplemesi yaptı” diyorsunuz…

-         O dönemde çok enteresan bir şey var: İnönü daha 1939’da arkadaşlarını topluyor ve diyor ki, biz demokrasiye geçeceğiz! Dediğini de yapmıştır. Ben o dönemi yaşadım, Tan gazetesi sosyalizmi savunuyordu, Tasvir-i Efkâr Orta Asya’ya yönelmişti, Ahmet Emin’in Vatan’ı demokrasiyi savunurdu, oysa ondan evvel rejim olarak Kemalizm’in dışında laf edilemezdi. Ama 1939’dan itibaren, dışarıya Türkiye’nin savaşa girmek istemediği mesajı verildi. Aynı zamanda hem basın yayın hem sıkı yönetim komutanlığı ceza vermeye başladı. O kadar ki mecliste milletvekili ve dışişleri komisyon başkanı olan Yunus Nadi’nin gazetesi bile kapatıldı. Böyle bir oyun vardı! O dönemde karikatüristin durumu da böyleydi… Ancak demokrasiye geçtikten sonra herşey değişti, patlama oldu. ‘Elli Kuşağı’ da öyle çıktı… 

Türkiye Karikatür Tarihi, 620 sayfalık bir antoloji. Kitabın 320. sayfasından itibaren ‘Elli Kuşağı’inceleniyor. Yazar, tarihçi anlayışının “kuşak” deyimini sadece bir yılla sınırlı saymaya karşı olduğunu belirterek, ‘Elli Kuşağı’ listesinde 1950-80 arasında etkin olan 41 karikatürcünün adını sıralamış ve karikatürlerinden örnekler sunmuş. Elli Kuşağı’nı nasıl tanımladığını sordum: 

-         Ben 1947’de gazeteciliğe başladım ve bu arkadaşların hemen hepsiyle çalıştım. ‘Elli Kuşağı’ tabirini daha çok sol mantıkta olan bir grup getirdi. Ama onların dışında da karikatürcü var. Mesela Nehar Tüblek diğerleri kadar solda değildi... 50’lerde solculuk etkili oluyordu fakat bunun dışında da üreten insanlar vardı. Ben ‘Elli Kuşağı’ lafını reddetmiyorum ama o dönemden gelen son derece değişik  görüşleri de, hatta başlangıçtaki Gırgır mantığını da kabul ediyorum. Çünkü Oğuz Aral karikatürün bütün topluma yayılmasında önemli rol oynadı. ‘Elli Kuşağı’ bizi uluslararası alana soktu. Ondan evvel bizim karikatürün dışarıda fazla itibarı yoktu. 50’ye kadar kapalı olan Türk toplumu, bu tarihten sonra anormal bir açılışa giriyor. Dolayısıyla 50’ye kadar ürün verenler - dışarıdan gelen dergileri görüp - doğal olarak yapılan devrimleri aktarmanın aracı halindedir. Bunların içinde çok yumuşak üslupta eleştiriler vardır ama içeriye kapalıdır. 50’den sonra bir patlama oldu. 70’lere gelindiğindeyse Türk toplumu yeni bir bunalımın içine girdi. Ne tam batıya uyabildi, ne geriye dönebildi. Gırgır’ın çıkışı tam o dönemde başladı. Yani toplumdaki değişim karikatürü de etkiledi benim anladığım..

-         Gırgır dönemi, toplumun “Karagöz Hacivat mizahına” dönüşü olarak nitelendirilebilir mi?

-         Doğrudur, şöyle izah edeyim; Yapısı tamamen değişmiş olan bir toplumda, artık Karagöz-Hacivat mantığı kalmıyor ama halkla bütünleşecek bir araç gerekiyor. Gırgır halkın esprisini getiriyor. Gırgır’da hakikaten sokaktaki adamın konuşma tarzı var. Ferruh Doğan gibi entelektüel karikatürcüler onun için Gırgır’a karşı… Tabii ben Gırgır’ın başlangıç dönemiyle daha sonraki dönemlerini – Gırgır akımının sulanması durumunu - ayırıyorum. Ama Gırgır’ın getirmeye çalıştığı gerçekten halka tam iniş! Yani benim toplumum değişmiş, artık Nasreddin Hoca’yla ya da Karagöz’le espri yapmıyor. Gırgır onu yakalıyor! O sayede de dünyanın üçüncü büyük dergisi oluyor, inanılmaz bir şey!

-         Yeri gelmişken çok tartışılan bu olguyu, araştırmacı ve tarihçi kimliğinizden bir kez daha duymak istiyorum: Gırgır gerçekten dünyanın üçüncü büyük dergisi oldu mu?

-         Oldu. Dışarıda da araştırdım, tanık olarak da İngilizler var... 

Son bölüm, kitabın geneline hakim olan kronolojik yapıdan farklı kurgulanmış. ‘Aklımızdan çıkmayanlar’ başlıklı bu bölümde, hemen her dönem ve kesimden gelen geniş bir karikatür yelpazesi var. Atatürk, demokrasi, basın, aşk, futbol gibi çeşitli konularda Türk karikatürcüsünün görüşü tematik olarak sergilenmiş. 

-         Türk karikatürcüsünün bakışı 90’lara kadar hep sol ağırlıklı oldu, bunu biliyoruz. Sizce Türk karikatürcüsünün anti emperyalist ve anti Amerikancı olmanın dışında dünyaya bakışı nasıl?

-         Şöyle bir şey var: Sağ dediğiniz kesim – ki ben kitapta sağdan örnekler vermeye özellikle gayret ettim – çok az ve bunun sebebi tutucu olmalarında. Oysa karikatürün yapısında eleştiri ve uca gitme var. Yumuşak eleştiri diye bir şey olmaz! Sağ kesimde çıkan karikatürler genellikle hep savunmacıdır, çözüm getirmez.

-         Savunma amaçlı karikatür kavramını biraz açar mısınız? Dinci kesimi kastediyorsunuz herhalde. Baskı altında olduğunu iddia eden bir kesim, karikatür gibi sistemi eleştiren bir silahı yeterince kullanmıyor mu yani?

-         Müthiş önyargılı bir davranış var! Özellikle bu kesimde daha açık görülüyor. Tek taraflı olmamak için bu kesimi de çok dikkatli takip ediyorum. Karikatürde inançlara bağlılık, eleştiriden korkma diye birşey yoktur. Sınırsıza gitme var. Bunu yapmazsa zaten karikatür etkili olmuyor. Mesela Milli Gazete’de ve Vakit’te de karikatür çıkmaya başladı, bunlar neyi eleştiriyor? Başbakanı asıl çizgisinden kaydı diye eleştiriyorlar. Özeleştiriye gidemiyor, halbuki karikatürde özeleştiri çok güçlü birşey. Özeleştiriden kaçtığımız zaman karikatürün etkenliği de kayboluyor. Bunu bir türlü aşamıyorlar. Oysa karikatür dediğin şeyi - tek parti döneminde yaptığı halde - Cemal Nadir’de bulabiliyorsun. Yumuşak ama yine de kendi toplumuna eleştiri getiriyor. Sadece benim takımımdan olmayana eleştiri... o yok! Karikatürü frenlemeye kalktığınız zaman her şeyini kaybeder. Ben bu arkadaşların karikatürlerini kullandım ama fazla değil, çünkü hep tek taraflı. 

MİZAH YOK, BUNALIM VAR! 

-         90’lardan itibaren iletişim teknolojisi hızla gelişti. Öte yandan dünyada büyük bir değişim yaşanıyor. Doğu blokunun dağılması, körfez savaşları, ABD’nin tek güç olması, küresel ısınma, terör... Bütün bu olayların karikatüre etkisi ne?

-         Büyük sorunlarla karşı karşıyayız. Bir tutkum vardır; Lisanını bilmediğim bir ülkeyi ziyaretimde ilk yaptığım iş, mizah gazetelerine bakmak olur. Oradan toplumdaki havayı hemen sezebilirim. Sovyetler zamanında meşhur Krokodil mizah dergisi vardı. Geçen sene gittim, hemen rutin olarak bütün gazetelerdeki karikatürlere baktım pek birşey yok. Sordum, Krokodil de yok! Bunalımın derecesini düşünün! Bunalım ne dereceye gelmiş ki, öyle bir kurum yok olabilmiş... Bu, toplumların yapı değişikliğine de işaret ediyor. Aynı şekilde Polonya’da mizah dergisi bile yok!

-         O halde tüm sorunlarını aşmışlar demek...

-         Tam tersine, bunalımdalar! Benim anladığım bu. Olamaz, mizah dergisine ihtiyaç duyulmamasının imkanı yok.

-         Yani Sovyetler döneminde halk daha mı mutluydu?

-         Bakın, toplumların bunalımı hissetmesi tabanın oturmasına bağlıdır. Taban nasıl oturur? Devlet birşeyler verir, herkese bir aylık bağlar, sistem tıngır tıngır işler. O zaman bunalım olmaz. Ne zaman ki biraz libarelleştirelim dediler, yıkıldılar! Şimdi herşey mafyalaştı. İşte bu bunalım karikatürü de yok etti. Aynı şekilde Şam’da bir kongreye gittik, orada da mizah dergisi yok! Gazeteleri aldım baktım, sadece Lübnan’ı, Amerika’yı, İsrail’i eleştiriyor, içeriye bakmıyor!

-         Yani kahve falına bakar gibi ziyaret ettiğiniz ülkenin karikatürüne bakarak o toplum hakkında yargıya mı varıyorsunuz?

-         Çok şaşılacak bir şey ama öyle! Lisanını bildiklerimde çok kolay, bilmediklerimde ise tercüme ettiriyorum. Rusya’ya bakıyorsun seks karikatürleri gelmiş, anla toplumun halini!

-         Bizde bu kadar çok sayıda mizah dergisi ve hemen her gazetede en az bir karikatür köşesi olduğuna göre, bunalımla ilgimiz yok, öyle mi?

-         Yok, içeriğine baktığımız zaman öyle değil! Ben şimdi karikatürün de dışına çıkacağım. Türk toplumu büyük bir bunalım yaşıyor! 1980 darbesiyle başlayan genel bir bunalım bu. Türk toplumu yeni yapıya 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarıyla geçmeye başladı. Değişim öyle başladı. Tabandan değişme! O dönem de zaten Gırgır’ın artık sonuna gelindiği dönemdir. Ben tarihçi olarak uzun süreye bakıyorum. Aslında Tanzimat’tan beri başlayan bir değişme bahis konusu… Şu anda şimdiye kadar yaşananların en büyük bunalımı yaşanıyor. Herkes ekonominin çok iyi olduğunu söylüyor fakat yerine oturmamış. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylüyü dışlayan bir ekonomi yapısı var. Bu oturamamanın sonucu olarak, her alanda - ki buna karikatür de dahil – şaşkın bir yapı var. Eskiden dinci gruplar karikatüre önem vermezlerdi, yayınlarında karikatür kullanmazlardı, şimdi hepsi kullanıyor. Büyük bir değişim ama büyük bir bunalım! Ne mesaj vereceğini bilemiyor, özeleştiriyi eksik tutuyor, oysa karikatürde esastır özeleştiri... 

İkinci kez bunalıma girmekte olan söyleşimizi kurtarmak adına konuyu yeniden değiştirmeyi deniyorum.

      -         Basında yer alan bütün karikatürleri biriktirmeniz imkânsız. Hangi esasa göre    karikatür biriktiriyorsunuz? Kitabınıza aldığınız karikatürleri de da aynı kritere dayanarak mı seçtiniz?

-         Topluma verilen mesaj bakımından başarılı bulduklarımı aldım. Yani karikatürcülerin en başarılı karikatürleri değil... Aynı zamanda Gazeteciler Cemiyeti’nin seçici kurul üyesiyim, yarışma için de bazı karikatürler seçiyorum. Tekrarlar varsa, yeni bir mesaj vermekte pek canlı değilse seçmiyorum. Ama gerçekten yeni bir şey bulursam alıyorum. Bir de mümkün olduğu kadar yazısı az olanı seçiyorum. Maalesef Gırgır’dan sonra yazı arttı. Karikatür tamamen yazısız olur diye bir şey yok, ama onun da bir ölçüde kalması lâzım. Özellikle son çıkan bazı karikatürler o kadar yorucu ki, almaya imkan yok. Maalesef Türk toplumunun bunalımının içinde, karikatür de bunalımdadır.

-         İnşallah bu bunalımı bir an önce atlatırız!

-         Bu bunalım çok enteresan. “Ne olacak bu memleketin hali” karikatürünün 1990’dan sonra inanılmayacak bir yoğunlukta olmasına bakın! Türkiye ne tam devletçilikten sıyrılabildi, ne tam kapitalist oldu… Ne olduğu belli değil! Türkiye çok büyük bir bunalım yaşıyor, onun için de karikatür bir türlü yerini bulamıyor.  

Söyleşimizin sonunda Orhan Koloğlu’na teşekkür ediyorum. Ancak veda etmeden önce kendisine armağan etmek üzere getirdiğim son karikatür albümümü çantamdan çıkartıp uzatıyorum. Koloğlu kitabın adını okur okumaz, “İşte bu! Ben demiyor muyum!” diye mutlu kahkahalar atıyor. Kitabın adı, “Ne Olacak Bu Dünyanın Hali?” 

İzel Rozental, 4 Aralık 2005 

Türkiye Karikatür Tarihi (Bileşim Yayınevi, Ağustos 2005)