Postmodern Faşizm

POSTMODERN FAŞİZM !

Bir bu eksikti; İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Japonya’da milliyetçi akım ilk kez yeniden iktidar oldu!  Yapılan bir ankette Japon halkının Çinlilere olumlu duygular beslemediği ortaya çıktı. Başbakanlık görevini Koizumi’den devralan Liberal Demokrat partisinin lideri Şinzo Abe sıkı milliyetçi bir aileden geliyor, Kuzey Kore’ye karşı Japonya’nın askeri kapasite edinmesini istiyor ve bu duruma Çin ile Güney Kore’nin canı sıkılıyor…

Canı sıkılanlar yalnız Çin ile Kore değil. İhtiyar Avrupa kıtasının başı da yeniden yükselişe geçen milliyetçilik akımıyla dertte. 68 Kuşağı yerini giderek savaş tozu yutmamış, özgürlük bahçelerinde büyümüş, liberal ‘İnternet Kuşağı’na devrederken, tanıdık bir sima da yavaş yavaş kendini göstermeye başladı: Irkçılık!

İnternetle birlikte küreselleşmenin hız kazandığı sır değil. Ekonomik ve siyasi sorunlar ise küreselleşmeyle birlikte azalacağına artıyor. Isınmakta olan ‘kaos kazanı’nın içine, göçmen, mülteci, kaçak, işsiz türünden malzemeyi bolca koyunca, çorbaya tuz biber niyetine birkaç tutam “küresel ırkçılık” katmak alafranga ağız tadı için şart oluyor!

***

Büyüdüğüm aile ortamında tek konuşulmayan (veya sırası geldiğinde üstü örtülerek değinilen) konu faşizmdi. Ailem Almanya ve Polonya’da epey telefat vermişti. Babaannem üç kardeşini yitirmiş, anneannemin ise birçok yakını Selanik’ten toplama kamplarına götürülmüş, bir daha kendilerinden haber alınamamıştı. Ama bunlar çok sonradan öğrendiğim gerçeklerdi. Ailede yakın tarih konuşulmazdı. O yıllardan sağ çıkabilenler tarifi güç bir suçluluk duygusu içindeydi. Bunun nedenlerini çok sonra, Claude Lanzmann’ın dokuz buçuk saatlik Shoah filmini sabırla izledikten sonra sorgulamaya başladım. Tuhaftır ama beni asıl etkileyen ve ailemdeki suskunluğun nedenini anlamamı sağlayan bir çizgi roman oldu. Amerikalı ‘underground’ çizgi roman sanatçısı Art Spiegelman, Türkçe’ye de çevrilen 'Maus, Hayatta Kalanın Öyküsü'1 adlı muhteşem eserinde, Holokost2’tan sağ kurtulmayı başaran babasıyla hesaplaşıp onu sorgularken, suskunluğunun nedenlerini anlamaya çalışıyordu…

Ölümünden kısa süre önce Paris’te yaşayan büyük halamı ziyarete gitmiştim. Toplama kampına götürülürken, Fransız direnişçileri tarafından kurtarılmış, savaş biter bitmez hayatını kurtaran kişiyle evlenerek mutlu bir yuva kurmuşlardı. Babaannemin hayatta kalmayı başarabilmiş tek kardeşiydi. Konuşmayı çok sevdiği, hatta bir makineli tüfek kadar seri konuştuğu için ailedeki lakabı ‘tatara Riva’ydı. Ama onca gevezeliğine rağmen, o da Holokost konusuna hiç değinmezdi.

Güneşli bir havada, evinin yakınındaki bir parkta kısa bir yürüyüş yapmıştık. Koluma girmiş, hiç durma konuşuyordu.Yüzündeki endişeli ifade gözümün önünden gitmiyor. Aslında o ifadeyi betimleyecek tek sözcük var: Korku! Riva halam Le Pen’den korkuyordu… Le Pen’in söylemleri ona Hitler’i anımsatıyordu. “Türkiye’de size hiç birşey olmaz, ama Fransa’da başımıza herşey gelebilir” diyordu… Faşizm gölgesinin bir gün mutlaka Avrupa kıtasını yeniden karartacağına inanıyordu. O günü görmedi ama korku içinde öldü.

***

Riva halamın kehaneti gerçekleşir mi? Bütün dünyayı saran milliyetçilik dalgası yeni bir faşizm çılgınlığına dönüşür mü? Yakın geçmişte Bosna’da, Ortadoğu’da yaşanan, Darfur’da halen süregelen olaylara baktıkça olamaz diyemiyorum...

“Milliyetçilik ve yurtseverlik bu yüzyılda ve herhangi bir yüzyılda olup olacak en kötü iki güçtür, başka her şeyden fazla ölüme sebep olmuşlar, ruha ve insan hayatına büyük tahribat vermişlerdir. Ben filmlerimde anarşiyi severim. Kahramanlarım Bunuel ve Godart’dır.” diye çevirmiş Sevin Okyay Oliver Stone’un son filmiyle ilgili sözlerini3. Ünlü yönetmen bu söylemiyle âdeta yaklaşmakta olan büyük tehlikeye dikkat çekiyor. Kaos ortamı, ekonomik durgunluk, gelecek kaygısı faşizmin beslenmesi için gerekli ve yeterli ortamı oluşturuyor. Her ne kadar faşizmin tanımında, iktidar olmak için demokrasiyi askıya almak, yani yukarıdan aşağıya doğru - umutsuz sınıfın desteğiyle - darbe yapmak şartı aranıyorsa da, ‘post modern darbe’ Türkiye’de pek bilinmedik bir kavram değil...

Peki ama, öteden beri milliyetçilik nabzının hızlı attığı Türkiye’ye, günün birinde, korkulan anlamıyla faşizm gelir mi?

Riva halamın öngörüsüne katılıyorum: Gelemez!

Çünkü; faşizmin temelini katı bir disiplin ve hiyerarşi anlayışı oluşturur. Bu sistemde bireyin kurallara uyması, yukarıdan gelen emirlere sorgusuz sualsiz riayet etmesi şarttır, gerisi boş laftır...

Şimdi bir an için Türkiye’deki gündelik yaşantınızı gözünüzün önüne getirin. Toplumun hangi katmanında, kurallara kesinkes riayet edildiğini görebiliyorsunuz? Evet, belki trafik lambalarına alıştık, trafik sıkışınca emniyet şeritlerini eskisi gibi sıklıkla kullanmıyoruz, hatta emniyet kemeri takmayı bile kanıksadık, ama ceza korkusu olmasa bu kurallara bire bir uyacak mıyız? Yeni otomobillerdeki sinir bozucu kemer ikaz alarmını etkisizleştirmek için kullanılan fiktif kemer tokası Türk icadı değil midir? Ya ambulansla yolcu taşınması?.. Aslında trafik kurallarının trafik anarşisini önlemek, can güvenliğimizi sağlamak için konmuş olduklarını hatırlayan kaç kişi var?

Trafiği bir yana bırakıp kuyruklara dalalım... Taksi kuyruğu, ekmek kuyruğu, sigara kuyruğu, maç kuyruğu, vergi borcunu ödeme kuyruğu, itiraz etme kuyruğu, mahkeme kuyruğu, doktor muayenesi kuyruğu, yılbaşı piyangosu kuyruğu… Binbir çeşit kuyruğumuz var ama sıramız yok! Uluslararası sıra bozma yarışması düzenlense birinciliği kimseye kaptırmayacağız! Şık bir davette, açık büfenin önünde oluşan yemek kuyruğunda, türlü uyanıklıkla birbirini geçmeye çalışan uzun tuvaletli hanımların - lacivertli beylerin, ellerinde tabak, aniden ve tesadüfen (!) yemek büfesinin başlangıç noktasında karşılaşmalarını izleyin çok eğlenirsiniz! Aslında kim uslu uslu kuyrukta beklemekten hoşlanır ki? Oliver Stone güzel söylemiş, biraz anarşi her daim iyidir! Oldum olası kuyruklardan nefret ederim. Hele ki, kuyruk sonunda sıramın gelmesini ‘enayicesine’ beklerken, araya bir takım torpillilerin ya da uyanıkların daldığını düşünmek beni hasta eder. Ama madalyonun öteki yüzü de var tabii. Uyanıklık eden, torpilli olan şahıs ben isem durum değişir... Bu üstün başarımı yakın çevremde över, kendimle gurur duyarım. “Ben yapmasaydım başkası yapacaktı” mantığı, gerçekleştirdiğim eylemin vicdani ve ahlaki pürüzlerini giderir. Eminim ‘Sona kalan dona kalır’ deyişinin dünya üzerindeki başka hiçbir kültürde karşılığı yoktur!

Bu ‘sona kalan dona kalır’ anlayışı toplu taşıma araçlarıyla yolculuk edenler için de geçerlidir. Durakta bekleyen yolcu araçta yer bulma kaygısıyla, içerideki yolcu henüz inmeden kapıya dayanır. Böylece kapılar açıldığında ne inmek isteyen bu eylemini gerçekleştirebilir ne de binmek isteyen... Bu anlamsız itiş kakış içerisinde en kârlı çıkanlar hiç şüphesiz yankesicilerdir! Ama otoritelerimiz buna önlem almıştır. Davudi sesli yetkili, sesi sonuna kadar açık cazırtılı hoparlörden sık sık uyarır: “Sayın yolcular! Çantalarınıza ve değerli eşyalarınıza sahip çıkmanız güvenliğiniz açısından önemlidir!” Yani ola ki çantayı kaptırdınız, güvenlikten de oldunuz demektir!

***

Kuralları ve disiplini sevmiyoruz, tamam ama yurtsever değiliz anlamına gelmez bu. Nitekim ulusalcılık kavramı Türkiye’de çok gelişmiştir. Dünyanın başka kaç ülkesinde lig maçları milli marşın çalınmasıyla başlar? Önceleri etnik teröre karşı sivil ve haklı bir tepki olarak başlayan bu eylem, giderek yaygınlaştı. O kadar ki, neredeyse milli marşımızı yitiriyorduk! Doğru okunması bir hayli güç olduğundan, müzik eğitimi almamış gırtlaklardan çıkan farklı seslerin stadyumlarda yankılanması tüyler ürperticiydi. Bunun sonucu olarak milli marşımızın bestesini değiştirelim tartışmaları başladı. Ardından beste yetmez güfte de değişmeli diyenler çıktı. Neyse ki futbol kulüplerimiz, herhalde futbol federasyonunun önerisiyle, İstiklâl Marşı’nı banda aldırıp okutmaya başladılar da “Allah milletimize bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” diyen Mehmet Akif Ersoy’un eseri son anda kurtuldu!

Bir de bayrak meselesi var... Yok, Kardak Kayalıkları’nın meşhur bayrağından değil, İstanbul’daki bayraklardan söz ediyorum. Fatih Köprüsü’nün hemen girişinde, Anadolu yakasında dalgalanan Türk Bayrağı gerçekten de oradan geçenlere “dalgalan şanlı bayrağım dalgalan!” dedirtecek türden tarifi güç duygular yaşatıyor, günün yirmi dört saati rüzgâr alan bir tepede dalgalanarak Boğaz’ın tam orta yerinde çok etkileyici bir görüntü oluşturuyordu. Bu durum, ‘Türkiye Türklerindir’ sloganıyla bilinen büyük gazetemizin yayın yönetmenin bir yazısından sonra değişti. Yazar, İstanbul’un en güzel dört bayrağını ve onları asan kurumları bir güzel övdü. İş orada kalsaydı iyiydi ama makale, devlet kurumlarının hiçbirinin önünde yazarımızı etkileyen bayrak olmadığı sitemiyle sonlanmıştı. Bence ip orada koptu... Güzel sıfatını büyük sıfatıyla eşanlamlı bilen yöneticilerimiz derhal kolları sıvadı. Diğer kentlerimizi bilemiyorum ama İstanbul “güzel” bayraklardan görünmez oldu! Hele Sarayburnu’nun önüne dikilen bayrak, Topkapı Sarayı’nı her türlü kem gözün görüş zaviyesinden koruyacak boyutta… Bu arada olan Boğaz’daki güzelim bayrağa oldu tabii, onca bayrak yoğunluğu arasında güçlü etkisini yitirdi…

***

Riva halam haklı, faşizm bize hiç uymaz çünkü Türkiye’de temel unsurlarından yoksun. Ama post modern tarzında da olsa, Fransa’ya hâlâ uğrama ihtimali vardır… 1915 yılında Türkler tarafından yapıldığı iddia edilen Ermeni soykırımı hakkında ahkâm kesecek kadar bilgi sahibi değilim. Bu konuda ne araştırma yaptım, ne de doğru dürüst bilgilendirildim. Karşıt tezleri savunan tarihçi ve bilim adamlarının görüşleriyse kafamı karıştırmaktan öte işe yaramadı. Ama fikir sahibiyim: Yukarıda sıraladığım onca nedenden ötürü Türklerin Batı düzeyinde fevkalâde organize, planlı, sistemli toplu bir cürüme imza atabileceklerine inanmıyorum, olamaz diyorum. Türkler bu disipline sahip olsalardı, çoktan AB’ye alınmışlardı. Bu tezimi Fransa’da yinelemeye kalksam hapse girerim!

 

İzel Rozental, Ekim 2006
Gül Diken Mizah Kültürü Dergisi (Güz 2006 – Sayı 37)


1 Maus, Hayatta Kalanın Öyküsü / Gözlem Gazetecilik AŞ., 2004

2 Holokost: XX.yy. Avrupa’sındaki Yahudi soykırımı

3 30.09.2006, Radikal Gazetesi Cumartesi eki