Rüya ile Karışık
Güldiken Güz 2005 Sayı:34
Rüya ile karışık…
 
Sabah henüz kargalar uyanmadan kalkmış, benden önce kimsenin gelmemiş olmasını dileyerek dükkânın yolunu tutmuştum. Meğer geç kalmışım! Daha şimdiden kapının önünde birkaç kişilik kısa bir kuyruk oluşmuştu. İçin için homurdanarak sıranın sonuna geçtim. Bu saatlerde sıcacık yatağımdan çıkmaya alışkın olmadığımdan henüz tam uyanmış sayılmazdım. Dükkânın açılmasına yaklaşık onbeş dakika vardı. Sabahın köründe niçin burada beklediğimi düşünmeye koyuldum…
 
Aslında her şey bizimkilerin asırlar önce Vindobona kapılarına dayanmalarıyla başlamıştı. Prens Otto’nun askerleri sonuna kadar direnmiş, bizimkileri içeri salmamışlardı. O gün bu gün Vindobona halkı bu başarısıyla övünür… Hatta kuşatma boyunca kent kadınlarının askerlere moral olsun diye yaptıkları hilâl şeklindeki ay çörekleri yalnız Vindobona’nın değil, tüm Germostranya’nın millî tatlısı haline gelmiştir. Zaten Germostranya ekonomisinin ayakta durmasında, dünyanın hemen her tarafına ihraç ettiği bu ay çöreklerinin payı büyüktür.
 
Vindobona kapılarında boş yere beklemekten sıkılan, baklava stokları tükenen ve bir ay çöreğinin dahi tadına bakamadan memlekete hüsran içinde dönen bizimkiler, bir daha tövbeler olsun hâşâ buralara kayak yapmaya gelmeyiz demişler ve tatil için 3S formülünü geliştirmişler: “Sıcak Sahillerde Sefahat”.  Bu formül, sonradan Britagonlar tarafından “Sea, Sex and Sun” olarak Britagonca’ya da uyarlandı.
 
Akdenizliler Birliği fikri böyle doğmuş ve gelişmiş. Birliğe öncelikle kültürel yakınlığı olan ülkeler davet edilerek üye edilmiş. Fransîler, Romusromuluslar ve Hiberikler para kokusunu sezip balıklama atlamışlarsa da, Elenya, Dalmaçistan, Trabliya gibi bazı ülkelerin yöneticileri tereddüt geçirip düşünmek için zaman istemişler. Ancak bu ülkeler tez zamanda fethedilmiş ve direnen yöneticiler derhal değiştirilerek birliğe aday üye olmaları sağlanmış.
 
Birlik, zamanla büyüdü, gelişti, tüm dünyanın gıpta ettiği elitler kulübüne dönüştü. Zaten adı da, gelişen iletişim teknolojisine uygun bir strateji doğrultusunda, tüm dünyanın kolaylıkla algılamasını teminen, “Mediterranean Club”un kısaltması anlamına gelen “MedClub” yani “Ak-Kulüp” olarak değiştirildi. Ak-Kulüp’e üye olmak hiç kolay değildi. Öncelikle Sarayburnu Kriterleri’nin yerine getirilmesi gerekiyordu, ki bu da deveye hendek atlatmaktan daha güçtü. Şartların en önemlisi, üyeliğe aday ülkenin Akdeniz’e kıyısı olması ya da Akdeniz adalarından en az birinde egemenlik sürmesi, dolayısıyla yeterince kum, deniz ve güneş rezervine sahip olmasıydı.
 
Bu olmazsa olmaz şartı delen ilk ülke Birleşik Britagonya Krallığı oldu. Her ne kadar Fransîler bu ülkenin Ak-Kulüp’e girişini, haklı nedenlerle, iki kez üst üste veto etmişlerse de, dört tarafı deniz olduğu halde Akdeniz’e kıyısı bulunmayan şanssız Britagonların Kulübe üye olmasını engelleyemediler. Doğrusunu söylemek gerekirse, Britagonlar da bu konuda büyük özveri göstermişler, hatta haftalık zorunlu çalışma saatlerini bile 32 saatin altına çekerek Akdeniz kültürüne ne denli yakın bir ülke olduklarını kanıtlamışlardı.
 
Üstelik Büyük Britagonya Krallığı, deli dana hastalığına yakalanan yüzbinlerce sığırı civar ülkelere sosis, salam, sucuk, lahmacun, çiğ köfte yapılmak üzere ihraç etme başarısını da göstererek, bütün Ak-Kulüp üyelerinin gönlünü kısa sürede fethetti. Farklı ölçü ve para birimleri ile kendilerine özgü anlaşılmaz ve ters trafik kuralları sayesinde Sarayburnu Kriterleri’ne birebir uyum sağlayan Britagonlar, uzak bir diyarda yaşayan zengin Samuel amcalarının da sponsorluğunda Ak-Kulüp’e üye olabildiler.
 
Bence Ak-Kulüp’ün kuruluşundan bugüne yaptığı en büyük hata budur. Zira Büyük Britagonya  Krallığı’nın boyutları Ak-Kulüp’ün hazmetme kapasitesini aşıyordu. Nitekim Ak-Kulüp’ün Britagonları tam olarak hazmetmesi oldukça güçlü ve uzun bir süreç neticesinde gerçekleşti. Ne var ki bu sürecin sonunda, uluslararası diplomasi cambazı olan Britagonlar ne yapıp edip kulüp dönem başkanlığını ele geçirdiler. Dönem başkanı olur olmaz da ilk icraatlarından biri, asırlar önce bizimkileri kentlerine sokmayarak ay çöreği yemelerine engel olan ve bu tarihi başarılarıyla böbürlenen Germonstroglar’ı kulübümüze üye yapma girişimi oldu.
 
Bütün diğer üyeler şaşkındı. Germonstanya’nın Sarayburnu Kriterleri’ni yerine getirmesi imkânsızdı. Bırakın Akdeniz’i, herhangi bir denize kıyıları yoktu. Balık çiftliklerini hangi koylara kuracaklardı? Yalnız koy mu? Bütün yıl boyunca bir kez olsa insanın içini ısıtıp kaynatacak doğru dürüst bir güneş dahi görmezlerdi. Soğuktan yanakları pespembe kesilmiş gürbüz dağ Germonstrogu miskinlik nedir bilmezdi. Hiç durma ağaç keser, ormanlardan boşalan alanlara kayak pisti yapardı.
 
Germonstroglar bize göre gürbüz ve iriydi zira beslenme alışkanlıkları farklıydı. Balıkla araları yoktu, et oburdular. Ama eti bile hakkını vererek pişiremiyor, doğru dürüst mangal yakmasını beceremiyorlardı. Etin yanında bol miktarda patates tüketirlerdi. Patates üretimi onlar için çok önemliydi. Ancak topladıkları patatesleri boylarına ve renklerine göre çeşitli sınıflara ayırır, standart dışı diye tanımladıklarını anında imha ederlerdi. Geshapo (Germonstanya Saf, Hormonsuz ve Ari Patates Organizasyonu) adında çok güçlü bir patates denetim ve imha teşkilatı kurmuşlardı. Bu teşkilat patatesin DNA haritasını çıkarmıştı. Geshapo’nun en büyük takıntısı, günün birinde patates tarlasına sızacak standart dışı yabancı bir patatesin, tüm patates soyunu patlıcana dönüştürme tehlikesiydi. Geshapo bu konuda çok değişik komplo teorileri üretmiş, patates müstahsiline aman tanımıyordu.
 
Britagonların Germonstroglar’ı ısrarla kulübe üye yapmak istemelerinin gerisinde gümrük birliği faktörü yatıyordu. Patates, Britagonlar için de sıradan bir besin kaynağı değildi zira modern Britagon mutfağında patatesin çok önemli bir yeri vardı. Birinci Dünya Ayaktopu Muharebesi’nde gösterdikleri başarı sonucu Bosforus’ta mehtap gezisi ödülünü kazanan Britagonya ordusunun acar holiganları, bizim köprü başında “balık-ekmek” yemiş, tatları damaklarında kalarak ayrılmışlardı. Bu balık-ekmek, çok geçmeden küçük bir değişim geçirerek “fish&chips”e dönüşmüş, Büyük Britagonya Krallığı’nın milli yemeği olmuştu… Britagonlar patates gereksinimlerinin yüzde altmışını Germostranya’dan ithal ediyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, gerçek Akdenizliler için bu yumru bitkinin pek fazla önemi yoktu. Buğday başta olmak üzere tahıl ürünlerini daha çok tüketiyorduk. Onların hayvani yağlarına karşılık mis gibi sızma zeytinyağımızı yeğliyorduk. Ama gelin görün ki şimdi Germonstroglar’ın bir örnek patatesleri gümrük duvarlarımızı delecek, semt pazarlarımızda sıra sıra dizileceklerdi.
 
İş patatesle sınırlı kalsa iyi! Bir Akdenizlinin Germonstrogların dolaşım hızına ulaşması mümkün değildi. Katılım belgesini çerçeveleyip duvara astıktan sonra serbest dolaşım hakkını elde edecekler, ellerini kollarını sistematik kaz adımları eşliğinde bir aşağı bir yukarı sallayarak sınırları aşacak ve kıyılarımızdaki plajları tıka basa dolduracaklardı. Tabii ki Akdeniz sahillerinde serbestçe dolaşırken kendi örf ve adetlerini de beraberlerinde taşıyacak, örneğin aşçılarımızdan domates ve salatalıkların hep aynı boyda kesilmesini talep edeceklerdi. Hiç içindeki bütün soğan dilimlerinin eşit olduğu bir çoban salatası, ya da hepsi onyedişer santim uzunluğunda tek sıra dizilmiş bir spagetti tabağı düşünebilir misiniz? Korkunç!..
 
Germonstrogların nüfus ortalaması bize göre iyice geçkin olduğundan, entegre olmaları, bize uyum sağlamaları çok güçtü. Akşamın erken saatlerinde otellerindeki odalarına çekilecek, gürültü bahanesiyle gece eğlencelerimizden şikayetçi olacaklardı. Onların yüzünden sahil kıyılarındaki yüzlerce diskonun kapısına kilit vurulacak, onbinlerce çalışanımız işsiz kalacaktı!
 
Allah korusun, ya günün birinde “sizin nasılsa Akdeniz’de pek çok adanız var, bir tanesini bize verin” demeye kalkarlarsa! Germostranya’nın Ak-Kulüp’e üye olmasını engellemek gerekiyordu. Ama nasıl? Eninde sonunda sıra bir gün onlara da gelecekti...
 
- İlerler misiniz beyim, sıranız geldi!
 
Arkamdakinin hafif dürtmesiyle uyandım. Gerçekten de önümdekilerin işleri görülmüş, sıra bana gelmişti. “Özür dilerim sabah sabah dalmışım biraz…” dedim, uykulu halim ve henüz açılmamış boğuk sesimle.
 
***
 
-         “Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu dükkâncı.
-         Şey… Ben bir tarih istemiştim de…
-         Tabii efendim… Nasıl bir şey arzu ediyorsunuz?
-         İyi bir tarih olsun lütfen. Geçen seferkinden pek bir şey anlamadım da…
-         Nasıl olur? Tarihlerimizin hepsi iyidir efendim!
-         Haklı olabilirsiniz ama bazıları çok çabuk geçiyor… Ne olur bu defa bana sağlam bir tarih verin!
-         Olur elimden geleni yaparım ama muhakkak duymuşsunuzdur, ileriye doğru tarih veremiyoruz…
-         Ne demek oluyor bu şimdi? Ben Ekim sonu veya en geç Kasım başına bir tarih istiyorum!
-         Ne yazık ki bu mümkün değil efendim…
-         Ama nasıl olur? Editörüm benden bu yazıyı en geç 8 Ekim tarihinde istiyor. Benimse yazıyı o tarihe yetiştirmeme imkân yok. Lütfen bana yardımcı olun!
-         Çok isterdim ama yapamam efendim. Bildiğiniz gibi Türkiye ile AB arasındaki müzakereler 3 Ekim gecesi başladı…
-         Eeeee?
-         Eesi şu efendim; O akşam saatimiz tam 23:58’de durduruldu. Ne var ki sonradan bütün gayretlerimize rağmen yeniden çalıştırmayı beceremedik…
-         …?!
-         Anlayacağınız size 3 Ekim 2005 tarihinden daha ileri bir tarih veremiyorum.
-         Peki, müzakereler sürüyor mu?
-         Tabii ki, saat durdu yalnızca…
-         Yani bu durumda müzakereler saat onarılmadan sonuçlanırsa biz 3 Ekim 2005 tarihinde mi AB üyesi mi olmuş olacağız?
-         Elbette, zaten müzakerelerin ucu o nedenle açık bırakıldı…