Tan Oral

Tan Oral ile Yüz Yüze

 

Tan Oral ile tanışıklığım 1991 yılına dayanır. O yılın sonunda ilk sergimi açmış, tanışmadığım halde çizgisini sevdiğim bazı karikatür ustalarını sergimin açılışına davet etmiştim. Tan Oral, kadim dostu Behiç Ak ile birlikte gelmişti. Kim derdi ki o gün, sonradan sayısız sergiyle perçinlenecek güzel ve sağlam bir dostluğun temeli atılıyordu. 

Gerçekten de 91’den bu yana, gerek yurtiçinde, gerek yurtdışında, Tan Oral ile birlikte pek çok etkinliğe katılma şansını yakaladım. Bunların büyük çoğunluğu karikatür sergileriydi. Ama özellikle 1998 yılında başlattığımız bir girişim var ki, bu yazının da kaleme alınma nedenini oluşturuyor.  

Yüz yaşındaki metruk bir sinagogu sanat merkezine dönüştürmek, üstelik bu eski ibadethaneyiinançları konu alan kavramsal bir karikatür sergisiyle açmaya yeltenmek aklı başında bir insanın yapacağı iş değildi. Ama yaptık! Üstelik, İnançlar Sergisi’nden bu yana Schneidertempel Sanat Merkezi’nde otuzun üzerinde sergi düzenlendi. Farklı konularda yüzlerce karikatür, resim, fotoğraf ve  kartpostal sinagogun duvarlarına çivilendi. 

Çivilendi derken bunu gerçek anlamda söylüyorum, zira hemen hemen bütün sergiler için Tan Oral bir yerleştirme planı hazırlıyor ve açılıştan bir iki gün önce, ellerimizde çekiç ve çivilerle sergiyi kurmaya girişiyorduk. İlk zamanlar, çekici çiviye isabet ettiremeyip parmaklarımı şişirdiğim, tırnaklarımı morarttığım çok oldu. Ama zamanla Tan Oral’ın engin deneyim ve ustalığından yararlanmayı bildim ve sonunda “gözü kapalı çivi çakma” mertebesine ulaştım. 

2005 yılının sergi programını yaparken, kendi karikatürlerimizin çivilerini çakma zamanı gelmedi mi diye düşünüyordum ki, Tan Oral yeni bir projesinden söz açtı. ‘Yeni bir’ diyorum zira Tan Oral’da proje çoktur. Ne var ki, ‘fikirli adam tembel olur’ deyişini doğrularcasına bu projelerin pek azı hayata geçer. Ancak bu seferki proje kolaylıkla hayata geçirilebilecek gibiydi: Bugüne dek çizmiş olduğu çeşitli portrelerden bir seçkiyi sergilemeyi arzuluyordu. İş basitti. Portreler nasılsa şu veya bu nedenle çizilmiş, bir dosyada hazır bekliyordu. Tan Oral iyi bir arşivcidir. Çizimlerini kategorilere ayırır, öyle dosyalar. Şöyle ki tencere konulu bir sergi mi var, derhal tencere dosyası açılır, yıllar içinde ne kadar tencereli karikatür çizilip birikmişse bir bir ortaya çıkartılır. Tencere başlıklı karikatür sergisi hazırdır! 

Henüz 2004 yılının Kasım ayındaydık, gelecek yılın Mart ayına kadar bu sergi hem yetişir hem yakışır dedik ve programa aldık. Sanırım Tan Oral’ın sıkıntılı günleri öyle başladı. Mart ayında galerimiz boş kalmasın diye Şubat ayındaki serginin süresini biraz uzattık. Nisan ayı doluydu ama Mayıs’ın ortasında yer vardı. Tan Oral’ın sergisini yeniden, bu kez Mayıs ayına programladık. Ancak çok geçmeden bu serginin Mayıs ayına da yetişemeyeceği anlaşıldı. Sergiyi üçüncü kez erteledik. Yazı atlatalım, sanat merkezinin sezon açılışını sonbaharda Tan Oral ile yaparız bari dedik… 

Sezon açılışını da ıskaladık ama sergi 22 Eylül’e yetişti. Tam iki yüz doksan portre-karikatür Schneidertempel Sanat Merkezi’nin duvarlarını süsledi. Yalnız duvarlar mı? Bir o kadar da portre masalardaki dosyalarda teşhir edilmişti. Sergiyi ziyaret edenler portreleri hayranlıkla uzun uzun inceliyordu. Gönül rahatlığıyla diyebilirim ki, Schneidertempel Sanat Merkezi’nde o güne kadar gerçekleşen en kapsamlı ve zengin sergi sıralamasında ‘Yüz Yüze’ rahatlıkla ilk sıralara yerleşmiştir. Ve güzel olan her şey gibi, ne yazık ki bu sergi de çabuk bitti. Ancak serginin bir yadigârı var: Yüz Yüze adlı kitap Pan Yayıncılıktan, sergi ile eş zamanlı olarak yayınlandı. Yüz Yüze’de, sergide teşhir edilen portrelerin pek çoğunu bulmak mümkün. Ne var ki kitap sergiden oldukça farklı bir grafik anlayışla tasarlandı. Bu özellik Yüz Yüze’yi bir sergi katalogu olmaktan çıkarıyor.  

Tan Oral ile Yüz Yüze söyleştik: 

-         Bu kitabın bir macerası var, biliyorum. Bu macerayı özetler misin?

-         Şimdi İzel, yıllar önce birşey çizmek ve çizdiğini saklamak çok zevkliydi. Konuyla ilgili kitap biriktirmek, aramak bulmak çok keyifli şeylerdi. Şimdi toplayıp biriktirdiğim karikatür kitaplarımdan nasıl kurtulacağımı, yıllarca çizip dosyalarda çekmecelerde biriktirdiğim şeyleri ne yapacağımı bilemiyorum. Yani zevkli başlayan bir uğraşın çok zevkli olmayan sonucuyla karşılaştım. Çizdiğim portreleri de bir dosyada toplamıştım ve dosya patlamak üzereydi. Ara sıra bir şey ararken, dosyayı karıştırdığımda bu birikim beni hem rahatsız, hem tahrik ediyordu. Birileriyle mutlaka bunu paylaşmalı ve bu dosyadan kurtulmalıydım!

-         Yanılmıyorsam yola çıkarken kafanda yüz adet portre sergileme fikri vardı?

-         Vardı. Şöyle; sergi için birçok isim geçmişti aklımdan. Türkçe’deki yüz sayısı ile simayı çağrıştıran yüz benzerliği gibi... Ama bunu birçok kişi, başka kitaplarda kullandı. Kullanılanların hepsini eledim kafamdan. Dosyadaki çalışmalara baktım; bunların bir kısmı gazete için belli bir sebeple çizilmiş portreler, bir kısmı da tamamıyla keyfime göre yapılmış, yani hoşuma giden insanları çizmişim, hatta bir kağıdın köşesine çizilmiş küçük bir kroki bile kopartılıp dosyaya atılmış... Sonunda aşağı yukarı üç yüzü çok aşan bir koleksiyon çıktı ortaya.

-         Aslında kitabın uzunca sayılacak bir hazırlık süreci var. Yanlış hatırlamıyorsam biz bu sergiyi Mart ayında açmayı planlamıştık, yetişemeyince sonbaharı beklemeyi uygun bulduk. Eylül başını düşünürken, sonuna sarkıttık...

-         Çok doğru. Ben o kadar masa başında oturmaya alışkın değilim, ama bütün yaz bilgisayar başında geçti. Bu sözünü ettiğim çizimleri bilgisayara yükledikten sonra hepsini birer birer elden geçirdim. Çünkü üç santim boyunda olan çizimler de vardı, bir sayfa büyüklüğünde olanlar da... Hatta üst üste çalışılmış karışık çizimler de vardı. Bütün bunları bilgisayarda sergilenebilir hale getirmek aylarımı aldı.

-         Peki sergilenebilir hale getirirken mi kitaplaşabilir hale geldiklerini fark ettin?

-         Sergilenmek üzere ortaya çıkan malzemenin ortak karakteri yoktu, çok çeşitliydi. İçinde tanıdık tanımadık, hatta ismini bile unuttuğum, hayatta belki bir defa gördüğüm  ama etkilendiğim kişilerden, edebiyatçılara, yazarlara, politikacılara, ünlü kişilere kadar...herkes vardı ve eş değerdeydi.  İşte böyle bir sergi çıktı ortaya. Her sergi gibi bunun da bir kitabının oluşmasını istiyordum. Schneidertempel Sanat Merkezi katkıda bulundu, Pan Yayıncılık da bastı..Daha önce iki kitabımı tasarlayan ve bu kitaplarla ödül kazanan Çağla Turgul YüzYüze’yi de tasarladı. Çok da iyi oldu.  Sergiyi hazırlarken kendime tanıdığım özgür tutumun kitap tasarımı için de sürmesinin doğru olacağını düşündüm. Ve bütün malzemeyi ona teslim ettim. Dedim ki, işte elde bunlar var, bunlardan bir kitap yap.

-         Peki bu süreç içinde hiç müdahale etmedin mi? Yani sergideki çizimlerin bazıları kitapta yer almıyor...

-         Evet, kitapta ikiyüzyirmibeş çizim var, sergide üç yüz kadar...

-         Masa üstünde duranlarla birlikte...

-         Altı yüzü geçiyor o zaman... Çağla da iki aya yakın üzerinde çalıştı. Benim beklediğim şuydu, bilgisayar ortamında verdiğim çizimlerin iyi bir sayfa düzeniyle kitaplaşması... Zaten alfabetik olmasını kararlaştırdık, sergide de öyleydi. Sonunda aradı ve ürkek bir sesle çalışmayı görmemi istedi...

-         Baştan mı çizmiş yoksa?

-         Tabii ki değil…Ama bütünsel bir iş çıkmış ortaya.  Bir defa bütün renkli çizimleri ortak bir anlayışa getirmiş. Kapakta kullandığı birkaç uçuk rengi içeride de hep sürdürmüş...

-         Yani sergilenen portreyle kitaptaki portre arasında fark var?

-         Var. Renk ve kadraj farkı var. Sergileme için düşünülen çerçeveler, fonlar vardı, bütün bunlar atılmış! Hayallerimin dışında bambaşka bir olayla karşılaştım! Aslında benim kafamdaki yapılsaydı, serginin bir katalogu olacaktı. Oysa karşımda kendi başına söz söyleyebilen başlı başına bir kitap vardı artık.

-         Zaten kitaba bakınca da hiç sergi kataloguna benzemiyor. Oysa ortada göze batmayan önemli bir müdahale var... Sihirli bir el değmiş diyebilir miyiz?

-         Evet. Kitapta bir tılsım var, çünkü bir çizgi kitabı karıştırılır ve biter. Bütün yayıncılar bunu söylüyor, olumsuz anlamda. Oysa bu kitaba defalarca bakılabiliyor. Yani daha doğrusu bir yazı kitabı gibi elde kalabiliyor. Bu bir tılsım ve zannediyorum ki tasarımın bunda etkisi var...

-         Peki, Tan Oral’a dönecek olursak, Le Monde gazetesinin çizeri Plantu, Tüyap Kitap Fuarı’nda düzenlenen panel için İstanbul’a geldiğinde, kitaba şöyle bir göz attı. İçinde kendi portresi de vardı. Yorumunu merakla bekliyorduk. Baktı baktı ve yüzündeki hayranlık ifadesiyle şunu sordu:“Kaç tane Tan Oral var?” Bu soruyu şimdi burada cevaplamak ister misin?

-         İlginç bir bakış. Birçok çizer bir üslup tutturmuş ve çizgi hayatlarında sürekli gelişme göstermişlerdir. Ben kendimi pek gelişmiş olarak görmüyorum. İlk çizdiğimden bu yana, kendi gözümde iyi ve kötü bulduğum çizimler vardır. Yine bir prensip olarak, insanlara karşı kişisel bir sorumluluk taşıdığımı düşünürsem, beni izleyecek herhangi bir kişiye karşı dürüst ve samimi olmayı önemsiyorum. Dolayısıyla iyi yanım kadar, kötü yanımı da, eğer varsa, beğenilen veya beğenilmeyen, her neyse, olduğu gibi sunmak istiyorum. Kaç tane dendiği zaman, bir an birlikte yaşadığım kedimle olan ilişkim aklıma geldi. Kedi benim gözüme hep aynı kılıkta görünüyor. O ise beni çeşitli kılıklarda görüyor. Yani üzerimde sürekli değişen elbiseler, bazen sakallı, bazen sakalsız, bazen paltolu, şapkalı, bazen çıplak, çeşitli şekillerde görüyor... Fakat hepsini kabul ediyor. Şaşırmıyor. Bu onun gözünde, benim gerçekliğimdir   Hiçbir zaman bu hangi insan, kaç tane insandı diye kuşkuya düşmüyor. Böyle olunca, ve demin söylediğim ilkeyi de biraraya getirince, yani madem ki sahneye çıkartmışım kendimi ve bunu kabullenmişim, o zaman bu ilişkide samimi ve hakiki olmayı ciddi bir prensip olarak ele alıyorum. Bir şey daha var, insanları – yani yine sahneye çıkmış bir çizgici olarak söylüyorum – onların istediği doğrultuda memnun etmek gibi bir hevesim de yok. Sadece dostane bir ilişki kurmak istiyorum. İçtenlik orada önemli. Dolayısıyla bütün bunlar bir araya geldiğinde, böyle bir kitap yapmaya kalktığımda, çizimlerin biri birine benzemeyebiliyor. Ama şöyle kitaplarım da var; baktığın zaman içindekiler birbirine benziyordur ama bu kez de bir kitabım diğer bir kitabıma benzemiyor! Hiçbir zaman – on tane filan oldu kitaplar – birbirine benzeyen iki tane kitap bulamazsın.

-         Çok geniş bir zaman dilimine dayanan çizimlerden söz ediyoruz. Üstelik bu çizimlerin bir kısmı sipariş üzerine, çeşitli etkilerle oluşturulmuş. Yani ben Plantu’nun bir bakışta, kitabı hiç okumadan kaç tane Tan var demesini doğal buluyorum. Ama dikkatlice bakınca, çizgini bilen biri için farklı üslup yok aslında. Aksine, alfabetik sıralama da dikkate alınırsa bir bütünsellik var. Ama bloknotun köşesine not alınmış bir portreyle dergi için çizilmiş bir portre arasında fark olduğu ortada... Yine de kitapta iki farklı Tan Oral var. Biri sevecen, yumuşak, iyi huylu cici Tan Oral. Diğeri ise hınzır, acımasız hatta gaddar bile denebilecek bir Tan Oral. Orada da kaleminin ucunda sivri bir iğne var sanki, acıtıyor… Bunu nasıl  açıklayacaksın?

-         İtiraz etmiyorum, katılıyorum. ‘İçinde yüzdüğüm insan denizinin bana vuran dalgalarından oluşuyor bu çizimler’ diye çok şiirsel bir ifade var kitapta. İçinde yüzdüğüm insan denizinde öyle çeşitli insanlarla karşılaşıyorum ki, bunlar komşum da olabilir, sokaktaki bir kişi de olabilir, bir kadın olabilir, bir politikacı olabilir, bir edebiyatçı olabilir... Ve üzerimde hiçbir etki yapmıyor olabilir. Bazıları ise gerçekten sıcak duygular oluşturuyor. Bazen de tersi… Şunu da eklemeliyim; çizerken gerçekten kötü çizmek gibi bir niyet hiç taşımıyorum. Çünkü önüne oturduğum beyaz kağıt, duygularımı çizeceğim şeyle fazla ilgili olmuyor. O bana ait bir şey. Ama çok doğaldır ki, o bana ait olan şey hangi renkte ise, kağıda da o yansımış oluyor. İşin gaddarca olduğunu ben her şey bittikten sonra fark ediyorum. Ve sesimi çıkartmıyorum. Yani öyleyse öyle!

-         Aslında çizim farklılığı ve renkliliği derken bütünlük de söz konusu... Ama kitaptaki bazı portrelerde bir üst yazı var. Hepsinde değil. Olanlar ayrıcalıklı mı?

-         Onlar tamamıyla tasarımcının önerisinin bir sonucu. Kitaba rastgele serpiştirilmiş o anlık çağrışımlar. Ama kitaba baktım, aslında hoş olmuş. Bir başka boyut getiriyor arada bir böyle açıklamaların olması....

-         Sergide bir masanın üzerinde duran iki kalın dosyada sergi duvarlarına sığdıramadığın portreler vardı. Bunlara biraz değinmek ister misin?

-         Schneidertempel’in belli bir sergileme kapasitesi var. Yani orada iki yüz doksan tane çizimi bugüne kadar hiç sergilemedik. Oysa benim bilgisayar çıktısı olarak hazırladığım karikatür sayısı bunun çok üzerindeydi. Kalanları izleyiciden esirgemeye içim elvermedi. Onları da böyle bir dosya olarak koydum. Bir tanesi buydu. Diğerine gelince; benim 1979 yılındaki bir cinliğimin eseri. Kendi kendime dedim ki, parlamentodaki  millet vekillerinin tümünü çizsem - zaten bir kısmı çizilmişti – ve bunları mecliste sergilesem, yani bu hem politik dünya için, hem de karikatür dünyası için hoş bir şey olur. O yıllarda Mustafa Ekmekçi’nin yazılarını resimliyordum, kendisine söyledim, o da meclis başkanıyla konuştu... Serginin ne zaman açılacağı bile belliydi... Birden bire 12 Eylül askeri darbesi meclisi dağıttı! Meclis dağılınca bütün bu çizimler koca bir dosya olarak elimde kaldı. Cinlik ise şurdaydı; o zaman mecliste dört yüz tane milletvekili vardı. Herhalde bunlar kendi çizimlerini satın almak isterler, eh bir milyon verseler dört yüz milyon gibi bir para yapıyor ki, o yıllarda böyle bir paranın ne anlama geldiğini bile bilmiyordum... Ama bu paranın bana köşeyi döndüreceğine kesin gözüyle bakıyordum. Tabii çok doğal olarak askerler buna izin vermediler. İkinci dosyada da  işte bunlar vardı.

-         Şimdi bu söyleşiyi okuyacak bazı genç çizerler buna yeniden heves edebilir. Sence askerler bu kez müsaade ederler mi?

-         Çizerler heves etmeseler iyi olur bence…Bilirsin, Ecevit, bu darbe bana karşı yapıldı demişti. Aslında ne Ecevit ne Demirel… Darbe sadece bana karşı yapılmıştı! Ve bunun öcünü de, zamanında, yeterince Evren Paşa çizerek aldım doğrusu… Gerek Baskın Oran’ın, gerek Cüneyt Arcayürek’in kitaplarında bu çizimler bol bol yer aldı. Bu iki kitap da askeri baskı rejiminden doğal rejime geçme noktasında yayınlanan önemli kitaplardır.

-         Fakat Yüz Yüze’ye bakıyorum; Enver Paşa’yı saymazsak, kitapta hiç asker yok!

-         Orgeneral Çevik Bir var.

-         Sergide vardı ama kitapta yok. Kenan Evren de yok. Üstelik sergide de yoktu. Neden?

-         O, bir sergilik, bir kitaplık ayrı bir dosyada duruyor; ibret dosyasında! Yani bir gün sadece onları sergilemeyi ve kitaplaştırmayı düşünebilirim belki…

-         Peki Hocam, hazır o döneme gelmişken, 1980 sonrasına Cumhuriyet Gazetesi’nin yükselme devri diyebiliriz, o dönemde hemen hemen hiç muhalefet yapılamazken, kapatılma korkusuyla yayın yönetmenleri tir tir titrerken, karikatürcüler yine – özellikle de Cumhuriyet’te – hınzırlıklarını sürdürüyorlardı. Örneğin anayasa refarandumu öncesinde bir “mavi” hikayesi vardır. Senin o dönemde tavrın neydi?

-         O zamanlar,  gelen antidemokratik rejimden değil, ona eyvallah diyorcasına bir etki yaratıyor olmaktan korkuyorduk. Zaten muhaliftik ve bu muhalefeti göstermeye çalışıyorduk. Ama şunu da kabul etmek lazım, gazetenin başına birşey gelmesini de istemiyorduk. Bıçak sırtında bir tutum vardı o sıralarda. Hem kendi demokratik düşüncemizden taviz vermeyecek, hem de kör kör parmağım gözüne gazetenin kapatılmasına sebep olmayacaktık. O yıllarda – yeri geldi diye söyleyeyim – Ciddiyet diye bir mizah sayfası yapıyorduk, orada Vural Sözer’in hemen hemen 12 Eylül’ün çok yakın bir sonrasında çok güzel küçük bir yazısı yayınlandı. Onu tekrarlamak istiyorum: Bir kahvede iri yarı bir pehlivanla tutuşulan bir iddianın anlatımını yapıyordu. “Gayret pehlivan, hadi aslan dayan bravo!” diye yazı boyunca bir bilek güreşi tarif ediliyordu. Yazının sonunda anlaşılan olay şuydu: Felçli bir eski pehlivanın iki parmağıyla bir toplu iğneyi masanın üzerinden alması... bunu anlatıyordu. Yazı boyunca müthiş bir olay izliyorsun ve sonu böyle bitiyordu. Şimdi bu, anlayan için altından kalkılamayacak şeyler taşıyan ve çok acı gerçekten... ama benim aklımda kaldı.

-         Aslında ben yaptığın işin gerçek gazetecilik olduğunun ne kadar farkında olunduğunu sorgulamaya çalışıyorum...

-         Herhalde farkındadırlar. Yalnız yaptığım işle ilgili olarak biraz asosyalim. Yani şöyle söyleyeyim: Birçok çizer politikacılarla içli dışlıdır, çoğunu tanır. Çalıştıkları gazetenin yönetimiyle de daha içli dışlıdırlar. Benim asosyal olmam belki de biraz çekingen yapımdan kaynaklanıyor olabilir. Öte yandan doğru olduğuna da inanmıyorum bunun. Eğer insan elimde kalemle herkese laf atabilirim diye ortaya çıktıysa, bu kişinin kendisini olabildiğince nesnel tutmasında fayda var, çünkü insanız hepimiz... Yüzgöz olduğun zaman kayıracaksın karşındakini. İster istemez... ayıp denen birşey var! Ama asosyal olunca, yani ilişkide olduğun çevrenin içinde kendini yalnız bir noktada tutunca daha özgürsün, daha rahat kalem oynatabiliyorsun. O yüzden yaptığım iş gazetecilik mi diye soracak olursan, eğer böyle bir tutum, yani objektif olarak önemli bulduğu, ilgisini çektiği, insanları ilgilendirdiğini düşündüğü her olaya karşı tepki vermek gazetecilikse, evet! Ve bunu doğru yapmak için de gerçekten bir yalnızlığa ve nesnelliğe gerek vardır diye düşünüyorum.

-         Yaptığın işin gazetecilik olup olmadığını tartışmıyoruz...

-         O halde yeri gelmişken bir sıkıntımdan söz edeyim: Gerçekten gazetecilik ruhuyla çizdiğimi söyleyebilirim. Bazen öyle bir olay oluyor ki, veya öyle bir olayın olacağını seziyorum ki, bunu dile getirmeden durmam çok zor. Ama şöyle de bir şanssızlığım var; herkesten önce tepki verdiğimi biliyorum, fakat herkesten sonra yayımlanıyor. O kadar çoktur ki geriye çektiğim çizgi sayısı... Ben birşey söylemişimdir, o gün arka sayfada ilân vardır, ertesi gün de pazardır... Zaten ben bir gün önce çizmişim doğal olarak... Bir bakarım olayın tepkisi dört gün sonra gelir... O dört gün içinde herkes tepkisini vermiştir. Şimdi annemin bir lafı vardır: “Bayramdan sonra nağra, hoşgeldin Bayram ağa” derdi. Herşey bittikten sonra tepki vermenin bir anlamı yok. O zaman geri çekmişimdir. Böyle bir sıkıntısı da var bu işin.

-         Yani mutfağın dışında tutulduğunu söyleyebilir miyiz?

-         Zaman zaman mutfağın içine alınmak istendim ama ben kaçtım. İlgimi çekmedi yani. Orada başka türlü bir sorumluluk sahibi oluyor insanlar. Bense yaptığım işin gereği sorumsuz yada özel bir sorumluluk sahibi olmayı seçiyorum. Bir şey daha ekleyeyim: Bu arada yeri gelmişken gazeteye bir prim vermem gerekir. Bu özgürlüğü diğer gazetelerde çalışan bazı arkadaşlarımın elde edemediklerini, yazı işlerinin baskısı altında olduklarını biliyorum. Kendilerinden tarif edilmiş bir görev bekleniyor. Cumhuriyet’in öyle bir rahatlığı, sanmıyorum ki senin söylemeye çalıştığın gibi ciddiye almıyor veya fark etmemiş gibi davranıyor olmalarından olsun, ama ne kadar eleştirirsem eleştireyim, özünde çok sağlam ilkeleri olan, yerleşmiş bir geleneği olan bir yanı var gazetemin. Dolayısıyla benim çizdiklerime bugüne kadar gazeteden, özellikle yönetici kadrolardan iyi yada kötü hiçbir şekilde tepki gelmiyor. Bu önemli. Çizerin rahat davranmasını, işini iyi yapmasını, kişisel sorumluluğunu ancak bu sorumsuzlukla elde edebileceğini getiren bir şey bu…

-         Hocam anladım, sen sorumluluğu sevmiyorsun! Bu kitabın bile sorumlusu ben değilim demeye getireceksin nerdeyse… Ama tepki gelmemesi biraz da farkında olmama göstergesi değil midir?

-         O tür tepkiler gelir. Yani oradaki yazar arkadaşlarımdan, hoş laflar duyuyorum. Çok önemli bir tepkinin karşılığı telefonla da gelebiliyor. Ben tepki derken, gazetecilikte mesleki açıdan, yani yol gösterici, engelleyici ya da eleştirici bir şeyden söz ediyorum. Bunun olmaması önemli. Dediğim  gibi ancak o zaman çizer özgürce çalışabilir. Ben basın karikatürünü öyle düşünüyorum. Basının genellikle insanlar üzerinde inandırıcı bir baskısı vardır. Yani birçok kişi herhangi bir düşünceyi veya haberi savunurken gazetede okuduğunu kanıt olarak gösterir. Dolayısıyla mizanpajıyla, yarattıkları havayla, fotoğrafıyla, başlığıyla, takındığı edebi tavırla, insanlar üzerinde ciddi bir etki yaratan, ikna etmeye çalışan mükemmel bir yapısı var bütün gazetelerin. Şimdi böyle bir yapının içinde bir yere bakıyorsunuz, doğru dürüst bile çizilmemiş kırık dökük eğri büğrü çizgilerle bir şey söyleniyor. Dikkat ettiğiniz zaman da söylenen, ciddiye alınması gereken aykırı bir şey. Gazete genel yapısıyla, yani başlığıyla, fotoğrafıyla, köşe yazısıyla, başlığın altına koyduğu ilkeleriyle, kimlik köşesindeki isimleriyle, birbiri ile rezonans halinde, ciddi, ikna edici bir ağırlıktayken, birden bire, bir yerde dizonans halinde bir köşe görülür! Cılız bir şekilde aykırı bir ses çıkarıyordur. Bu gazetenin tüm inandırıcılığına da önemli bir katkıdır. Aykırı bir sesin çıkması önemli, çünkü müzikteki ‘contre puan’ gibi onun daha iyi anlaşılmasını getirecektir. Bir de tartışmasız ikna olmak gibi bir tehlikeyi de önleyecek bir işlevi oluyordur diye düşünüyorum. Bütün bunların olabilmesi için de ordaki, yani dışarıdan bakıldığındaki sorumsuzluk ve özgürlük önemli,. YüzYüze kitabın da sorumlusu tamamı ile benim elbette!

-         Peki, kitaptakilerden mutlu musun? Yani içinde görmek istediğin fakat kitapta yer almayan kişiler var mı?

-         Var, tabii var. Hatta yakın dostlarımdan filan da var. Küçük mahçubiyetler de geçiriyorum bu yüzden…

-         Bir iki tane örnek verebilir misin?

-         Vermeyeyim… Çünkü birçok kişi var öyle. Yani çok yakınımda olan kişiler... Kitabı aldığım zaman hakikaten bu insanlar da buraya konmalıydı dediğim oluyor, ama demin de dediğim gibi böyle bir şekilde yola çıkmadım. Yani sevdiklerimi memnun etmek gibi bir yola çıkış olmayınca bütün bunları göze almak gerekiyordu. Belki de yakınlarımı ayrı bir kitapta toplamalıyım.

-         Yani Yüz Yüze 2…

-         “Kalp Kalbe” daha doğru olur…

-         Ancak ilgimi çeken bir portre var. Tıpkı Spielberg’in ünlü Schindler’in Listesi filmindeki kırmızı paltolu küçük kız gibi, bu kitapta da öne çıkan kırmızı dudaklı bir genç kız portresi var. Öyküsü var mı bu portrenin?

-         Hikâyesi yok. Sevda Deniz o. Bir mimarlık öğrencisi, karikatür de çiziyor. O suretle tanışmıştık. Pek üstüne başına dikkat etmezdi tanıdığımda. Sonra tersi oldu. Ve birgün geldiğinde – güldüğü zaman da kocaman gülüyor, çok yakışıyor kendisine – dudakları kırmızı boyalıydı ve gülünce de portredeki manzara çıktı. Gittikten sonra çizmiş olmalıyım...

-         Kitaba bakıp da “ah gençlik!” diye iç geçiren oldu mu hiç?

-         Oldu! Kitap kırk yıla uzanan bir zaman dilimi içinde çizildiği için birçok kişide, çizimleriyle kendileri arasında on yıl, yirmi yıl, otuz yıl gibi farklılıklar var. Bazı çizimler sahibini andırıyor da olsa artık kendine benzemiyor. Karikatürün kabahati yok tabii, zaman acımasız. Bunlardan biri de eski çizimini görünce çok mutlu oldu ve kaptığı gibi “ben bunu herkese göstereceğim” diyerek neşeyle uzaklaştı…

-         Eklemek istediğin?

-         Aklımda bir proje daha var. Bu sergi ve kitapta yer alan çizimler, benim benzettiklerim... Bir şişman dosya daha var: Beni benzetenler... Bayağı da benzetilmişim! O da böyle patlamak üzere olan bir dosya… Günün birinde onu da bu şekilde sergi ve kitap yapmak isterim. Çünkü burada çizer sabit, çizgiler ve süjeler sürekli değişiyodur. Orada süje sabit, çizerler değişiyor. Bakalım o da ilginç olabilir.